23 Mayıs 2016 Pazartesi

Giriş

Giriş

Siyasi tarihe baktığımızda, farklı ideolojilerin zaman zaman kendilerine sözde "bilimsel" dayanaklar aramaya çalıştıklarını görürüz. İddialı siyasi teorilerle ortaya çıkan ideologlar, ortaya attıkları iddiaların "bilimsel" olduğunu öne sürmüş ve bu imajla birlikte kendilerine inanılırlık ya da meşruiyet sağlamaya çalışmışlardır. Örneğin Karl Marx ve Friedrich Engels, komünist ideolojiyi geliştirirken, hiçbir doğruluk payı olmamasına rağmen tamamen "bilimsel" bir teori ortaya attıklarını öne sürmüşlerdir.
Elbette kendisini "bilimsel" ilan eden tek ideoloji komünizm değildir. Aynı şekilde ırkçılık ve faşizm de kendilerince "bilimsellik" iddasıyla ortaya çıkmıştır. Hitler, Alman ırkının diğer tüm ırklardan üstün olduğu yanılgısına dayanan ideolojisini, Almanların ve diğer ırkların kafataslarını ya da benzeri fiziksel yapılarını ölçerek sözde biyolojik yönden ispatlamaya çalışmıştır. Benzeri bilimsellik iddiaları, başka ırkçı ideologlar tarafından da tekrarlanmıştır.
Bunlar siyasi tarihin bilinen örnekleridir. Ancak biz bu kitapçıkta bunlar kadar ünlü olmayan, fakat aslında büyük önem taşıyan, özellikle de Türk Milleti'ni yakından ilgilendiren başka bir örneği inceleyeceğiz. İnceleyeceğimiz ideoloji, "Türk Düşmanlığı"dır. Bu kavram, kimi zaman bir tür ideoloji kimi zaman da siyasi bir tavır olarak son birkaç yüzyıldır Batı dünyasında etkilidir.
Türk düşmanlığı, önce Osmanlı'nın duraklama devirlerinde "Türkler Avrupa'dan silinip atılmalıdır" diyen bazı Avrupalı devlet adamları ile başlamış, ardından Osmanlı'nın parçalanmasını hedefleyen 19. yüzyıl emperyalizminin temel düşüncelerinden birini oluşturmuştur. Kendilerini sözde "ileri ve medeni milletler"olarak gören kimi Avrupalılar, Türk Milleti'ni ve medeniyetini olabilecek en uzak coğrafyaya kadar sürülmesi gereken güya "geri ve ilkel" bir unsur olarak görmüşlerdir. Özellikle 19. yüzyılın sonunda ve 20. yüzyılın ilk çeyreğinde bu Türk düşmanı fikirler Avrupa başkentlerinde büyük etki uyandırmıştır. Ord. Prof. Enver Ziya Karal'ın yazdığına göre, o dönemde Avrupalılar arasında yaygın olan bu yanılgının özeti şudur:
"Türkler sarı ırktandır. Turan kökenlidir. Göçebe ve zalim bir güruhtur. Her çeşit değişikliğe ve ilerleme fikrine düşmandır." 1
Bu fikrin tarihin eski bir döneminde kalmış bir yaklaşım olduğunu düşünmek ise büyük bir yanılgı olur. Çünkü Türk düşmanlığı bugün de hala bazı Batılı çevrelerde son derece canlıdır. Başta Almanya olmak üzere Batılı ülkelerdeki Türk azınlıklara karşı şiddet eylemleri düzenleyen, savunmasız Türk soydaşlarımızı acımasızca katleden neo-Naziler ve benzeri faşist gruplar, Türk düşmanlığını bir ideoloji olarak benimsemişlerdir. Avrupa ülkelerinin çeşitli uluslararası siyasi platformlarda Türkiye aleyhinde sergiledikleri ön yargıların kökeninde de, 19. yüzyıldan miras olan Türk düşmanlığının kalıntıları yatmaktadır.
Kısacası, Türk düşmanlığı bir ideoloji olarak hala vardır ve canlıdır.
Bu noktada konunun ilginç bir yönüne dikkat etmemiz gerekir. Başta, farklı ideolojilerin kendilerine sözde "bilimsel" bir görüntü vermeye çalıştıklarından söz etmiştik. Acaba aynı durum Türk düşmanlığı için de geçerli midir? Bu fikrin gerisinde de ona sözde "bilimsellik" boyası katan bir etken var mıdır?
İlerleyen sayfalarda bu sorunun cevabını inceleyeceğiz. Ve çoğu kimsenin şimdiye dek fark etmediği, ama gerçekte çok önemli olan bir bağlantıyı ortaya çıkaracağız. Bu, Darwinizm ile Türk düşmanlığı arasındaki bağlantıdır... Evrim teorisinin kurucusu olan Darwin, Türk Milleti'ni kendi yanılgılarına göre "yarı maymun aşağı bir ırk" olarak tanımlayan ve yok edilmesi gerektiğini savunan fanatik bir Türk düşmanıdır. Dahası, ortaya attığı teori ile de Türk düşmanlığına sözde "bilimsel" dayanak kazandırmıştır. Günümüzün neo-Nazileri, hala Darwin'in Türk Milleti hakkındaki hezeyanlarından kuvvet bulmaktadırlar.
Unutulmamalıdır ki, faşizm ve komünizm başta olmak üzere bütün din ahlakına uygun olmayan ideolojiler, milli birliği, bütünlüğü, manevi değerleri hedef almaktadırlar. Komünistler ve faşistler vatanlarına, bayraklarına, milletlerine değil, kendi kişisel menfaatlerine bağlıdırlar. Milletin mutluluğu için değil, kendi mutlulukları için çalışırlar. Büyük Önderimiz'in bize öğrettiği ve bıraktığı vasiyet ise, milli ve manevi değerlere bağlı, vatanını, bayrağını, milletini seven, milli ahlak inancına sahip olan, mukaddesatını korumak için gerekirse canını verebilecek insanlar olmaktır. Atamız, bizim ve bizden sonra gelecek nesillerin, dindar, milliyetçi duygular taşıyan, vatanı ve bayrağı uğruna hayatını ortaya koyan, yaşamı boyunca milletinin mutluluğu için çalışan, aile kurumunun kutsiyetini savunan insanlar olmamızı istemektedir. Materyalist zihniyet ise, Atamız'ın bize kutsallığını öğrettiği tüm bu değerlerin karşısında yer almaktadır. Dolayısıyla milliyetçi ve vatansever insanların, yalnızca bu iki ideolojiye karşı değil, materyalist tüm sistem ve ideolojilere karşı fikri mücadele içinde olmaları, sinsi odakların kirli oyunlarına gelmemek için dikkat göstermeleri şarttır.
Büyük Önderimiz Kemal Atatürk şunları söylemiştir:
... Hayır, ne komünizm ne de faşizm... Bu iki ideoloji de memleketimizin, ulusumuzun gerçeklerine, karakterine asla uymaz. Şunu da ilave edeyim ki, ne faşizmin ne de Nazizm'in sonu yoktur. (Atatürk’ün İzinde Bir Ömür Böyle Geçti, Sabiha Gökçen, s. 159)

DİPNOTLAR

1. Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, VIII. Cilt, 3.b., Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1988, s. 552 

Sömürgeciliğin Mantığı ve Sosyal Darwinizm

Sömürgeciliğin Mantığı ve Sosyal Darwinizm

Emperyalizm ya da bir başka deyimle sömürgecilik, modern tarihte coğrafi keşiflerle birlikte başladı. 15. ve 16. yüzyılda birtakım Avrupalılar, elde ettikleri askeri teknoloji ile birlikte başka kıtalara yayılmaya başladılar. Güçlü donanmalar, etkili ateşli silahlar ve disiplinli ordular kullanarak, dünyanın uzak bölgelerini ele geçirdiler ve bu bölgeleri kelimenin gerçek anlamıyla "sömürmeye" başladılar.
İlk sömürgeciler Portekizliler ve İspanyollar'dı. Özellikle Kristof Kolomb'un Amerika'yı keşfinden sonra, bu iki ülke modern dünyanın ilk sömürge imparatorlukları olarak tarih sahnesine çıktılar. Amerika kıtasının güneyini kısa bir süre içinde sömürgeleştirdiler. Burada yaşayan ve temelde barışçı bir tabiata sahip olan yerlileri köleleştirdiler. Zorla çalıştırdıkları bu insanları Amerika kıtasının tüm altın ve gümüş zenginliklerini yağmalamak için kullandılar.
İspanya ve Portekiz'i diğer Avrupa ülkeleri izledi. 17. yüzyılda Hollanda güçlü bir sömürge ülkesi olarak rekabete katıldı. Hollanda'yı İngiltere izledi. Bu iki yeni sömürgeci güç de, hem Amerika kıtasına hem de Uzakdoğu'ya el attı. 18. yüzyıla gelindiğinde İngiltere dünyanın en büyük sömürge imparatorluğu haline geldi. Fransa ve Belçika da çok geçmeden yarışa katıldı. 19. yüzyıla gelindiğinde, Amerika kıtasının büyük bölümü, Afrika'nın neredeyse tamamı ve Uzakdoğu'nun çok sayıda ülkesi bu Avrupa devletlerinden birinin sömürgesi durumundaydı. Bu ülkeler, sömürgeciler tarafından atanan "Genel Vali"lerce yönetiliyordu. Sömürge ülkelerinde yer alan bu yönetimler, bu ülkelerin halkının yeterince verimli olarak çalıştırılmasına ve doğal kaynaklarının yine yeterince verimli olarak Avrupa'ya aktarılmasına özen gösteriyorlardı. Bu nedenle 19. yüzyıl, adeta bir "sömürgecilik yüzyılı"ydı. Hatta yakın tarihle ilgilenen çoğu otoritenin kabul ettiği gibi, I. Dünya Savaşı da bu sömürgelerin paylaşılması kavgasından doğdu.
Sömürgecilik ekonomik ve siyasi bir sistemdi ve bu yöndeki çıkarlar için kullanılıyordu. Ama bir de bu sistemin "kültür" yönü vardı.
Kristof Kolomb
Bunu şöyle açıklayabiliriz: Sömürgeci ülkeler, az önce belirttiğimiz gibi, açıkça yağmacılık yapıyorlardı. Hiçbir hak sahibi olmadıkları bir ülkeyi zorla ele geçiriyorlar, sonra bu ülkedeki insanları baskı altına alıyorlar ve ülkenin kaynaklarına el koyuyorlardı. Ama elbette bu sömürgeci ülkeler kendilerinin "yağmacı" olarak görülmesini ve tarihe öyle yazılmasını istemiyorlardı. Bu nedenle yaptıkları işi bir şekilde meşru ve haklı göstermeye çalıştılar. Kendilerini haklı gibi gösterecek birtakım açıklamalar aradılar.
Peki bu açıklama ne olabilirdi? Bir ülkeyi ve milleti köleleştirmeye ne gibi bir kılıf bulunabilirdi?
Sömürgeciler, bu cevabı aslında ilk günden buldular. Yaptıkları işi meşru gibi gösterecek bir kılıf bulmanın tek yolu, hedef aldıkları insanları sözde "ilkel insanlar", hatta "hayvanımsı canlılar" gibi gösterebilmekti. Eğer bu bilim dışı düşünce kabul ettirilirse, kendilerinin de "ileri insanlar" olarak bu sözde "geri" toplumları gütmeleri son derece makul bir hareket olacaktı.
Sömürgeciliğe meşruiyet sağlamak için kullanılacak olan bu mantık, sömürgeciliğin henüz doğuş aşamasında, yani Kolomb'un Amerika yolculuğunda ortaya atıldı. Bu bilim ve akıl dışı iddiaya göre, Amerikalı yerliler gerçek birer insan değil, gelişmiş bir hayvan türüydüler.
Bu yanılgı, ilk kez Kristof Kolomb ve adamları tarafından ortaya atılmış, sonra da Güney Amerika'nın kolonileştirilmesi işini üstlenen İspanyol sömürgeciler tarafından savunulmuştu. Aslında altın, şöhret ve toprak peşinde koşan bu yağmacılara karşı, Katolik Kilisesi tavır koymuştu. Bunun en ünlü örneği, Chiapas piskoposu Bartolome de Las Casas'ın, Kolomb ile birlikte Yeni Dünya'ya ayak basan kolonicilerin "yerliler bir tür hayvandır" iddiasına karşılık, yerlilerin "gerçek birer insan" olduğunu savunmasıydı. Bu nedenle Las Casas "yerlilerin havarisi" olarak anılmaya başlamıştı. Daha sonra, 1537'de, Papa III. Paul de, yayınladığı Sublimis Deus adlı fermanında sömürgeci vahşetini lanetlemiş, Kızılderililer'in gerçek insanlar (veros homines) olduklarını, onları köle düzeyine indirgemek küstahlığını gösterenlere, iman sahibi olma yeteneğine haiz insanlar olduklarını ilan etmişti.2
Bu gibi itirazlardan dolayı, sömürgecilerin, yerlileri "bir tür hayvan" sayan bilim dışı iddiası uzun bir süre tartışmalı olarak kaldı. Sömürgeciler kendi mantık dışı tezlerini savunmakta ısrarlıydılar, ama tüm insanlar Allah'ın  eşit olarak yarattığı ve herkesin tek bir atadan, Hz. Adem (as)'dan geldigi gerçeğini kabul eden Kilise'nin etkisi Avrupa'da bir süre daha devam etti. Ancak Avrupa toplumlarının giderek dinden daha fazla uzaklaşması ve materyalist dünya görüşüne giderek daha fazla kapılması, dengeyi sömürgeciler lehinde değiştirecekti.

19. Yüzyıl: Sömürgeciliğin Zirvesi

19. yüzyıl, siyasi anlamda bir sömürgecilik yüzyılı olarak da tanımlanabilir. Çünkü bu dönemde sömürgeci ülkeler tarih boyunca ulaşamadıkları kadar geniş topraklara yayılmışlardır. Özellikle İngiltere ve Fransa, Afrika'dan Hindiçini'ne kadar uzanan dev bir coğrafyaya hakim olmuştur.
19. yüzyıl, bu siyasi tablonun yanında, felsefi anlamda da olumsuz yönde büyük bir değişim yaşamıştır. Bu bozulmanın temelindeki akım ise materyalizmdir. Avrupa'da Hıristiyan kültürüne karşı asırlardır yürütülen savaş bu yüzyılda galip gelmiş ve Allah'ın varlığını inkar edip sadece maddeyi mutlak varlık sayan materyalizm yanılgısı, kültür ve bilim dünyasına tamamen egemen olmuştur.
İşin ilginç tarafı ise, 19. yüzyılın farklı gibi gözüken bu iki özelliğinin, yani sömürgeciliğin ve materyalizmin aslında birbiri ile yakından ilişkili olmasıdır. Avrupa'nın uyguladığı siyasi strateji olan sömürgecilik, felsefi dayanağını da materyalizmde bulmuştur.
İlerleyen sayfalarda bunun detaylarını inceleyeceğiz. Ama öncelikle bu ilişkinin temel mantığını açıklamakta yarar var. Sömürgeciliğin tarihteki gelişiminden söz ederken, bu sistemin birtakım meşruiyet arayışları içinde olduğunu da belirtmiştik. Bunun nedeni, sömürgeciliğin gayri ahlaki bir sistem olmasıdır. Sömürgecilik, birtakım insanların haklarının yenmesine, adaletsizliğe, baskı ve zulme dayalı bir sistemdir ve insanlığa doğruyu, dürüstlüğü, adaleti, barış ve kardeşliği emreden ahlaki kıstaslarla açıkça çelişir. Bu ahlaki kıstasların kaynağı ise dindir. Çünkü ancak din insanlara, adaletin, dürüstlüğün, doğruluğun kutsal olduğunu öğretir ve yine ancak din insanları bu ahlaki kıstaslar için, kendi çıkarlarından gerektiğinde feragat etmeyi emreder.
Bu bizlere, sömürgeci anlayışla dinin getirdiği ahlak anlayışı arasında büyük bir çelişki olduğunu göstermektedir. Kolomb ve diğer İspanyol sömürgecilerle Kilise arasındaki çatışma, bu kuralın Avrupa tarihindeki bir ifadesi olmuştur.
Ancak az önce belirttiğimiz gibi, Avrupa giderek artan bir süreçle dinden uzaklaşmış ve dinin karşısında yer alan materyalizm, 19. yüzyılda zirveye çıkmıştır. Bu nedenle de 19. yüzyıl, Avrupa açısından sömürgeciliğin gelişebileceği ideal bir kültürel ortam olmuştur. Tüm insanların Allah'ın yarattığı eşit varlıklar oldukları ve birbirlerine karşı da yine Allah'in bildirdiği ahlaki kurallara göre davranmaları gerektiği reddedilince, sömürgeciliğin gelişeceği bir zemin meydana gelmiştir.
Avrupalı toplumlar, tüm insanların Allah'ın yarattığı eşit kullar olduğu gerçeğinden uzaklaştıkça, insan ırklarının bazılarının (yani kendilerinin) "ileri", bazılarının ise "geri" oldukları yanılgısına inanır hale gelmişlerdir. Yaratılış gerçeğinin reddedilmesi, ırkçılığın doğmasına neden olmuştur.
Amerikalı bilim adamı James Ferguson, New Scientist dergisinde yazdığı "Irkçılığın Laboratuvarı" başlıklı makalede, ırkçılığın yükselişinin Yaratılışın reddedilmesiyle olan bağlantısını şöyle açıklar:
19. yüzyıl Avrupa'sında gelişen sosyal bilimler, ırk kavramıyla fazlaca içiçe girmişti... Gelişen yeni antropoloji, insanın kökeni hakkındaki iki zıt düşünce ekolünün savaş meydanı haline geldi. Bunların daha eski ve köklü olanı, "monogenizm"di (tek kökenlilik). Monogenizm, tüm insanoğlunun, renk ve özellik farkı olmadan, doğrudan Adem'in soyundan geldiği ve Tanrı'nın tek bir fiili ile yaratıldığı inancına dayanıyordu. Monogenizm Kilise tarafından savunuluyordu ve 18. yüzyıla kadar da çok yaygın bir kabul görüyordu. Ancak bu dönemde "poligenizm" (çok kökenlilik) olarak bilinen ve dini otoriteye karşı koymaktan doğan rakip bir teori gelişti. Poligenizm, farklı insan ırklarının farklı kökenleri olduğunu savunuyordu.3
"Farklı insan ırklarının farklı kökenleri olduğu" iddiasının sözde bilimsel temeli ise evrim teorisiydi.

Evrim ve Irklar

Charles Darwin ve kitabı "Türlerin Kökeni"nin Kapağı
Eski çağlardan beri materyalist felsefeciler tarafından savunulan evrim fikri, Avrupa'nın gündemine 18. yüzyılın sonlarında girdi. Jean B. Lamarck, Georges de Buffon ve Erasmus Darwin (Charles Darwin'in dedesi) gibi isimler tarafından ortaya atılan evrim teorisini en kapsamlı olarak ortaya koyan kişi ise Charles Darwin oldu. Darwin, o zamana kadar biyoloji biliminde yaygın kabul gören "canlı türlerini Allah ayrı ayrı yaratmıştır" gerçeğini hiçbir bilimsel bulgu ve bilgiye dayanmadan reddetti ve tüm türlerin rastlantılar sonucunda birbirlerinden evrimleştikleri yanılgısını öne sürdü. Darwin'in bilim dışı iddiasına göre balıkların atası solucanlar, kuşların atası sürüngenler ve insanların atası da maymun benzeri canlılardı.
Bilimsel bulgulara değil, hayal gücüne dayanan bu teori kısa sürede çok sayıda taraftar kazandı. Bu taraftarların ortak özelliği ise, bilimsel kaygılarla değil, ideolojik ön yargılarla hareket etmeleriydi. Çünkü Darwin, canlıları ve insanoğlunu Allah'ın yarattığı gerçeğini reddetmekle, her türlü ateist dünya görüşüne zemin hazırlamış oluyordu. Bu nedenle biyoloji bilimi ile hiçbir ilgileri olmayan birtakım insanlar Darwin'in en hararetli savunucuları haline geldiler. Örneğin komünizmin kurucusu olan Karl Marx, kendi deyimiyle Darwin'in "ateşli bir hayranı" idi.
Evrim teorisi genel olarak materyalist dünya görüşünü desteklerken, bir yandan da özellikle sömürgeciliğe zemin hazırlayan bir boyut içeriyordu. Çünkü evrim teorisini ortaya atanlar ve savunanlar, başta Charles Darwin olmak üzere, insan ırklarının bazılarının evrim sürecinde daha "ileri" oldukları yalanını öne sürüyorlardı. Darwin insanın kökeni konusuna, 1859'da yayınlanan ünlü kitabı Türlerin Kökeni'nde pek az değinmişti. Ama bu kitaba koyduğu alt başlık bile, onun insanlığa ırkçı bir açıdan baktığını gösteriyordu: "Türlerin Kökeni, Doğal Seleksiyon ve Yaşam Mücadelesinde Kayırılmış Irkların Korunması Yoluyla".
Darwin, söz konusu "kayırılmış ırklar" kavramıyla Avrupalı beyaz ırkları kastettiğini ve diğer ırkları da kendi bilim dışı yorumlarına göre "yarı-maymun ilkel canlılar" olarak gördüğünü ise, 1871 yılında yayınlanan İnsanın Türeyişi adlı kitabında açıkça ifade etti. Darwin bu kitabında insanın sözde maymunlarla ortak bir ataya sahip olduğunu, ancak insan ırklarının farklı evrimsel süreçler izlediğini öne sürüyordu. Darwin'in bilimsel hiçbir dayanağı olmayan bu iddiasına göre bazı ırklar evrimde çok ileri gitmişken, bazıları hala maymunlara yakın bir seviyedeydiler. Darwin'in kendi aklınca "ileri ırklar" olarak saydıkları ise, elbette Avrupalı "Beyaz Adam"dı. Ona göre Beyaz Adam, fiziksel ve zihinsel yönden diğer ırklardan çok ileriydi. Bu farklılığa olan inancını"farklı ırkların zihinsel özellikleri birbirinden çok farklıdır; bu hem duygusal hem de entellektüel yeteneklerinde kendisini açıkça belli eder" diyerek ifade ediyordu.4
Benjamin Farrington Darwin Gerçekte Ne Dedi? (What Darwin Really Said?) adlı kitabında Darwin'in bu ırkçı görüşlerini vurgular ve Darwin'in İnsanın Türeyişi adlı kitabında "insan ırklarının eşit olmadıkları" konusunda çok uzun açıklamalar yaptığını belirtir.5
Ancak Darwin'in bu konudaki bilim dışı görüşlerinin en önemli yönü, "geri kalmış ırklar"a ne olması gerektiği yönündeki akıl dışı yorumlarıydı. Eğer bir insan bazı ırkların diğerinden daha "ileri" oldukları gibi bir fikre kapılmış olsa bile, buradan "ileri" ırkların "geri" kalanlara yardım etmesi, onların gelişimine katkıda bulunması gerektiği gibi insancıl bir sonuç da çıkarabilirdi. Ama Darwin böyle düşünmüyordu. Aksine, "ileri" ırkların "geri" ırkları köleleştirmeleri, hatta yok etmeleri gerektiği gibi son derece acımasız bir görüşü savunuyordu. İnsanın Türeyişadlı kitabında şöyle yazmıştı:
Belki de yüzyıllar kadar sürmeyecek yakın bir gelecekte, medeni insan ırkları, vahşi ırkları tamamen yeryüzünden silecekler ve onların yerine geçecekler. Öte yandan insansı maymunlar da… kuşkusuz elimine edilecekler. Böylece insan ile en yakın akrabaları arasındaki boşluk daha da genişleyecek...6
Darwin bu akıl ve bilim dışı sonuca "yaşam mücadelesi" kavramıyla varmıştı. Darwin bu kavramı öncelikle doğaya atfetmişti. Bu yönde hiçbir somut bulgusu olmamasına rağmen, doğada canlılar arasında kıyasıya bir yaşam mücadelesi olduğunu, her bireyin sadece kendi çıkarları ve yaşamı için çabaladığını ve diğerleriyle savaştığını iddia etmişti. Darwin'in iddiasına göre bu yaşam mücadelesi içinde zayıf bireyler elenirken, güçlü ve uygun yapıya sahip bireyler de seçilip hayatta kalıyorlardı. Oysa ilerleyen dönemde doğada yapılan gözlemler bu iddianın doğru olmadığını, canlılar arasında son derece güçlü dayanışma mekanizmaları bulunduğunu, hatta çoğu canlının içinde bulunduğu grup için kendisini bile bile feda ettiğini ortaya çıkaracaktı.7
Ancak Darwin "yaşam mücadelesi"nin evrensel bir kanun olduğuna inandırmıştı kendisini. Sonra da, doğadaki canlılar için yazdığı bu bilim dışı senaryoyu aynen insan toplumlarına atfetmişti. İnsan ırklarının kıyasıya bir yaşam mücadelesi sürdürdüklerini düşünmüştü. Dahası, büyük bir cehaletle, bu mücadelenin evrimsel gelişme için gerekli olduğunu, yani bazı insan ırklarının yok edilmesinin insanlığın gelişmesini sağlayacak bir süreç sayıldığını savunmuştu.
Evrim teorisinin insan toplumlarına uygulanmasıyla ortaya çıkan bu ırkçı görüş "Sosyal Darwinizm" olarak bilindi. 19. yüzyıldaki bütün ırkçı düşünceler de Sosyal Darwinizm'den ilham aldılar. Bu ırkçıların başında ise, tahmin edilebileceği gibi "Beyaz Adam'ın üstünlüğü"nü savunan sömürgeciler geliyordu. Sömürgecilik, Kristof Kolomb döneminden beridir ortaya atıp da bir türlü "bilimsel" bir açıklamayla destekleyemediği "yerliler bir tür havyandır" yalanına ilk kez bilimsel görünümlü bir dayanak sağlamış oluyordu. Bu nedenle Darwin'in teorisi, sömürgeciliğe taraftar olan çevrelerden kısa sürede büyük bir destek gördü. Hintli antropolog Vidyarthi, bunu şöyle açıklar:
Darwin'in ortaya attığı 'en güçlülerin hayatta kalması' düşüncesi, insanoğlunun kültürel bir evrim sürecinden geçtiğine ve en üst kademenin Beyaz Adam'ın medeniyeti olduğuna inanan sosyal bilimciler tarafından coşkuyla karşılandı. Bunun bir sonucu olarak, 19. yüzyılın ikinci yarısındaki Batılı bilim adamlarının çok büyük bir kısmı ırkçılığı şiddetle benimsediler.8

Sosyal Darwinizm ve Sömürgecilik

Evrim teorisinin günümüzdeki en önde gelen savunucularından biri olan Harvard Üniversitesi paleontoloğu Prof. Stephen Jay Gould, Darwin'in Türlerin Kökeni adlı kitabı hakkında şöyle der: "Bundan sonra kölelik, sömürgecilik, ırksal farklılıklar, sınıf yapıları ve cinsiyetin rolü ile ilgili argümanlar artık özellikle bilim adı altında yürütülecektir."9 Gould'un sözleri doğrudur. Gerçekten de saydığı bu kavramlar, Darwinizm'in ortaya çıkmasından sonra "Sosyal Darwinizm" adı altında sözde bilimsel bir görünüme bürünmüştür.
İşgal, sömürü, baskı ve zulüm elbette her zaman insanlık tarihinin bir parçası olmuştu. Ancak evrimcilerin kendilerinin de itiraf ettiği gibi, Darwin'in ortaya attığı teori sayesinde, bu gayri ahlaki eylemlerin dayandırılabileceği ve meşru gibi gösterilebileceği bir gerekçe bulunmuştu artık. Bu teorinin temelinde yatan "güçlü olanın hayatta kalması" yanılgısıyla, Darwin'in ardından ortaya çıkan ırkçı öğretiler bağdaştırılınca, ortaya sömürgeciliğin ve diğer her türlü baskıcı sistemin meşrulaştırılabileceği bir formül çıkmıştı.
Darwin, ortaya attığı ve bilimsel hiçbir değeri olmayan biyolojik evrim prensiplerinin insan topluluğuna da uygulanması gerektiğini ön görmüştü. Örneğin 1869'da H. Thiel'e yazdığı bir mektupta şöyle diyordu:
Benim türlerin değişimi hakkında kullandığım bakış açısına benzer fikirlerin ahlaki ve sosyal sorunlar üzerine uygulandığını görüyorum ve bu konuyla oldukça fazla ilgilendiğime inanmalısın. Önceleri kendi görüşlerimin bu kadar farklı ve çok önemli konulara uyarlanabileceği bana pek gerçekleşebilir gibi gelmemişti.10
Böylece doğal seleksiyon, adaptasyon gibi evrimcilerin kullandıkları terimler antropoloji, sosyoloji, tarih ve felsefenin de sınırları içinde incelenmeye başlandı. Meydana gelen bilim dışı doktrine Sosyal Darwinizm denildi.
Sosyal Darwinizm'in son derece tehlikeli olan yanılgıları şöyledir: Dünya üzerinde insanlar, ırklar, uluslar ve medeniyetler hayatta kalma mücadelesine kitlenmişler ve bu uğurda diğerleriyle büyük bir rekabete girmişlerdir. Gelişmiş medeniyetler atalarından değerli özellikler almışlardır ve bu onları diğerlerinden üstün kılan bir ayrıcalıktır. Az gelişmiş kültürler ise yakında yok olacaklardır ve buna mahkumdurlar. Bu nedenle doğanın düzeni, güçlü ve medeni ulusların, zayıfların elindeki kaynakları kullanmalarını gerektirir. Bunu yaparken her yol ve yöntem serbesttir, ahlaki değerlere gerek yoktur. Dünyanın her yerinde medenileşmiş uluslar, ırklar ve bireyler kendilerinden daha geri olanları yönetme ve sömürme hakkına sahiptir. Bu, -sözde- doğanın özünde olan bir kanundur.
Günümüzdeki bazı evrimciler Sosyal Darwinizm'i "Darwinizm'in yanlış bir yorumu" olarak göstermeye çalışırlar ve Darwin'in gerçekte ırkçı olmadığı imajını vermeye çabalarlar. Oysa gerçek bunun tam aksidir. Sosyal Darwinizm, bizzat Darwin'in kendi eseridir. Alman tarihçi Hans Ulrich Wehler de, bu gerçeği "ilk Sosyal Darwinist'in Darwin'in kendisi olduğunu" belirterek açıklar:
Darwin, teorilerinin insan topluluğuna uygulanabilir olduğunun kanıtı olarak Avrupa'da ve özellikle de Amerika'da "Aryan" olarak adlandırılan ırkın yükselişini daha da geliştirerek gösteren ilk Sosyal Darwinist'tir. Hatta bu şekilde Sosyal Darwinizm'in ırkçı yorumu için de bir yol açmıştır.11
Benjamin Farrington da What Darwin Really Said? adlı eserinde bu gerçeğe işaret ederek, Darwin'in kendisini izleyenleri büyük felaketlere yönelttiğini söyler. Farrington'un ifade ettiği gibi Darwin'in söz konusu yanılgıları "insanın toplumsal, psikolojik, etik niteliklerinin bile kalıtımla geçeceği ve doğal ayıklanma yasasının kapsamına gireceği yolundaki görüşleriydi. Bu görüşler tehlikeli çıkarımlara yol açabilecek bir yanılgının ürünüydüler."12
Evrim teorisinin önde gelen savunucularından Stephen Jay Gould da aynı gerçeği kabul eder. Gould'a göre "Irkçılık hakkındaki biyolojik tartışmalar 1859'dan önce de yaygındır, fakat evrim teorisinin kabulünün ardından çapı büyümüştür."13
İşte Sosyal Darwinizm, bu gibi sözde bilimsel iddialarıyla, 19. yüzyıl Avrupa emperyalizmine aradığı kültürel desteği sağlamıştır. "Yerliler güdülmesi gereken bir tür hayvandır" yalanını asırlardır savunmaya çalışan sömürgecilik, ilk kez Darwin sayesinde bu büyük yalana sözde "bilimsel" bir zemin bulmuştur. Bu nedenle de Darwinizm'in 19. yüzyıl Avrupa sömürgeciliğiyle, özellikle de İngiliz emperyalizmiyle iç içe gelişmiş bir teori olduğunu söyleyebiliriz. Teori, emperyalizme hizmet etmiş ve bu hizmeti nedeniyle de emperyalizmin "beyin takımı" tarafından desteklenmiştir.
İsviçre Federal Teknoloji Enstitüsü Yerbilimleri Bölüm Başkanı Kenneth J. Hsu, Is Darwinism Science? (Darwinizm Bilim Midir?) başlıklı makalesinde Darwinizm'in bu karanlık yönünü şöyle vurgular:
Her ne kadar savaştan sonra hayatta kalabildiysek de, biz, kişiler, sınıflar, milletler ya da ırklar arasındaki rekabetin, hayatın doğal sonucu olduğu ve üstün olanın güçsüz olanın malına mülküne el koymasının doğal olduğunu farz eden zalim bir sosyal ideolojinin kurbanlarıydık. Bu ideoloji 19. yüzyıl ve daha sonrasında bilimin doğal bir yasası, diğer bir deyişle 1859'da Charles Darwin tarafından Türlerin Kökeni'nde güçlü bir şekilde belirtilmiş olan evrimin mekanizmasıydı.14
Emperyalizm, sadece Darwin döneminde değil, daha sonra da Sosyal Darwinizm'den destek bulmuştur. Nitekim bu batıl ideolojiyi benimseyen Charles Pearson'un sözlerinde bu gerçek iyice belirginleşir. Pearson, "uygar uluslar arasındaki yaşam kavgasının, bilimin, endüstrinin, uygarlığın silahlarıyla yapıldığını, ama onların aşağı uluslara karşı yaptıkları yaşam kavgasını toplarıyla yapma hakkına sahip olduklarını" söyler.15

Sosyal Darwinizm ve Vahşi Kapitalizm

Herbert Spencer
Sosyal Darwinizm sadece emperyalizmi değil, bir yandan da emperyalist ülkelerin kendi içlerinde uyguladıkları ve diğer ülkelere de ihraç ettikleri "vahşi kapitalizm"i desteklemek için kullanılmıştır.
Vahşi kapitalizm terimi, ekonomiye hiçbir devlet düzenlemesinin yapılmadığı, zengin ve fakir kesimler arasında dev uçurumlar oluştuğu ve hiçbir etkin sosyal adalet mekanizmasının çalışmadığı ekonomik sistemleri tarif için kullanılır. Böyle bir düzende, fakirlere, düşkünlere, sakatlara destek verilmez, şefkat gösterilmez. Vahşi kapitalizm, her bireyin kendisini "kurtarmakla" yükümlü olduğunu ve bu acımasız yarışta başarısız olanların cezalarını çekmeleri gerektiğini varsayar.
Vahşi kapitalizm en çok 19. yüzyılda etkili olmuştur. Sistem en acımasız biçimde İngiltere'de işletilmiş, buradaki aşırı derecede zengin bir sınıf, yönetimleri altındaki fakirleri acımasızca sömürmüşlerdir. 8 yaşındaki çocukların kömür madenlerinde günde 16 saat çalıştırıldığı, işçilerin adeta birer yük havyanı gibi kullanıldığı bu sistem, uzun ve kanlı tepkilerin ardından zamanla yumuşamış ve 20. yüzyılda "sosyal devlet" anlayışına dönüşmüştür. Ancak bugün de hala dünyada vahşi kapitalizmi savunan ideologlar vardır ve bu sistem gelişmekte olan ülkelerin bir kısmında fiili olarak yaşanmaktadır.
19. yüzyıldan bugüne dek, vahşi kapitalizme, aradığı sözde "bilimsel" desteği sağlamış olan yegane kavram ise yine Sosyal Darwinizm'dir. Sosyal Darwinistler, ırklara ve milletlere atfettikleri "yaşam kavgası" yalanını, toplumların içindeki birey ve sınıflara da atfetmişler ve vahşi kapitalizmin sözde "doğa kanunlarına uygun" bir sistem olduğunu savunmuşlardır.
Vahşi kapitalizme evrim kavramlarıyla açıkça destek veren en ünlü isim, Darwin'in çağdaşı olan İngiliz sosyolog Herbert Spencer'dı. (1820-1903) Spencer, Darwinist öğretiyi büyük bir heyecanla benimsemiş, sonra da bunu sosyolojiye uyarlamıştı. Toplum içindeki bazı insanların doğal olarak diğerlerinden üstün olduğunu öne sürmüştü. Bu yanılgıya göre daha zayıf olanlar yok olacak ve insanlığın geleceğini daha iyi olanlar sürdürecekti. Spencer fakirlerin, zeka özürlülerin ve diğer bağımlı olan kişilerin yararına uygulanan sağlık programlarının, nüfus artışını beslediği ve uzun vadede bunun topluma zarar vereceği gibi büyük bir ahlaksızlığı ve acımasızlığı savunmuştu. Bundan başka hıfzısıhha (kamu sağlığını koruma) önlemlerine, zorunlu aşılamalara da, kendi sağlıklarını düşünüp gerekli davranışları gösteremeyecek kadar "aptal" insanların bunun sonuçlarına katlanmaları gerektiğini söyleyerek cephe almaktan çekinmemişti. Spencer'ın hezeyanlarına göre ideal toplumda bu tür toplumsal yasalar; yoksullara yardım amacıyla evrimin doğal seleksiyon yasalarına ters düşen kanunlar bulunmayacaktı.16
Spencer'ın yanılgılarına göre egoizm, toplumlardaki hayali evrim sürecinin en önemli dinamiği idi. Bir yazısında şöyle diyordu: "Eğer insanlar yaşayabilecek kadar gelişmişlerse yaşarlar ve yaşamaları da iyidir. Eğer yaşamaya değecek kadar gelişmiş değillerse ölürler ve ölmeleri daha iyidir."17
Sosyal Darwinizm'i savunanların bu acımasız ifadeleri şefkatin, merhametin, yardımlaşma ve fedakarlığın bir yana itildiği, insani değerlerin tamamiyle yitirildiği Darwinist mantığı tam anlamıyla yansıtır. Darwinizm'in çarpık mantığı Sosyal Darwinizm'le belirginleşir, ırkçılık, düşmanlık, kin, savaş, zulüm gibi insanlık dışı eylemlerle ortaya çıkar.
Francis Galton
Sosyal Darwinistler, bir toplum içinde sosyal adalet sağlamak, fakirlere, sakatlara yardım etmek için yapılan düzenlemelere de şiddetle karşı çıkmışlar, bunun "evrimin yasalarına aykırı" olduğunu söylemişlerdir.
Örneğin Charles Darwin'in kuzeni olan Francis Galton 1859'da yayınladığı Hereditary Genius (Kalıtımsal Deha) adlı kitabına sosyal yardım programlarına karşı çıkarak başlamıştır. Aynı şekilde Sosyal Darwinci Tille "yoksulluğu önlemeye kalkıp yenilmiş sınıflara yardım etmenin, evrimi sağlayan doğal ayıklanma yasasına set çekmek anlamına geleceğini" söyleyecek kadar ileri gitmiştir.18
Sosyal Darwinizm'in en ünlü kuramcılarından biri olan Amerikalı Profesor E. A. Ross'a göre ise, "Hıristiyanlığın ortaya attığı toplumsal yardımlaşma ve hayırseverlik kavramları, geri zekalıların ve aptalların üremelerine ve çoğalmalarına yarayan bir koruyucu kalkanın gelişmesine" neden olmuştur. "Devlet, sakatları, örneğin sağır-dilsizleri koruma altına almakta, sonra da bunlar üreyerek sakat bir ırk oluşturmakta"dırlar. Tüm bunlara sözde doğal evrimsel gelişmeyi engelledikleri için karşı çıkan Ross'a göre, "dünyayı bir cennet yapmanın yegane yolu", tüm "aptalları, beceriksizleri ve sakatları" kendi hallerine bırakarak doğal seleksiyon süresi içinde ayıklanmalarını beklemektir.19
Olayın en önemli yanı ise, bu fikirlerin "Darwinizm'in yanlış bir yorumu" değil, Darwinizm'in bizzat kendisi oluşudur. Benjamin Farrington'ın What Darwin Really Said? (Darwin Gerçekten Ne Dedi?) adlı kitabında vurguladığı gibi, "insan toplumlarında zayıfların güçlüler tarafından elimine edilmesine meşruiyet sağlayacak olan argüman" Darwin tarafından bilinçli olarak geliştirilmiştir.20

Darwin: İngiliz Emperyalizminin Sözcüsü

Tüm bu gerçekler, karşımıza Charles Darwin ve ortaya attığı bilim dışı evrim teorisi hakkında önemli bir tablo çıkarmaktadır. Darwin'in teorisinin iki önemli belaya destek sağladığını incelemiş bulunuyoruz. Bunlar, emperyalizm ve vahşi kapitalizmdir. Darwin, "ırklar arası yaşam mücadelesi" kavramıyla emperyalizme, "bireyler arası yaşam mücadelesi" kavramıyla da vahşi kapitalizme zemin sağlamıştır.
Burada bir nokta hemen dikkati çekiyor: Bu her iki kavram da, 19. yüzyıl İngilteresi'ni tanımlamak için kullanılabilecek en ideal iki kavramdır. Bir başka deyişle, 19. yüzyıl İngilteresi'nin en önemli iki özelliği, emperyalist ve vahşi kapitalist bir ülke olmasıdır.
Bu ise, Darwin'i karşımıza, İngiliz İmparatorluğu'nun çıkarlarını gözeten ve İngiliz emperyalizmine meşruiyet kazandırmaya çalışan bir kişi olarak çıkarmaktadır. Elbette ki Darwin'in teorisi sadece bu siyasi amaçlarla sınırlı sayılamaz; Darwin'in en büyük hedefinin materyalist felsefeye destek olmak ve doğaya materyalist bir açıklama getirmek olduğu açıktır. Ama Darwin, teorisine bilinçli olarak siyasi bir yön de kazandırmıştır. Bilinçli olarak, İngiliz emperyalizmine ve vahşi kapitalist düzene destek sağlayacak yorumlar yapmıştır. Bununla, İngiltere'yi yöneten güç odaklarının gözüne girmek ve böylece teorisine üstü kapalı da olsa "resmi" bir destek bulmak istemiş olması mümkündür. Ya da gerçekten İngiliz emperyalizmine inanan, ülkesinin siyasi sistemine meşruiyet kazandırmaya çalışan bir tür ırkçı olması da mümkündür. Ama her iki alternatif de sonuçta aynı kapıya çıkmaktadır: Darwin 19. yüzyıl İngiliz emperyalizminin sözcüsüdür.
Bu gerçek bazı önemli bilim adamları tarafından da teşhis edilmiştir. Örneğin Kenneth J. Hsu, 19. yüzyıl İngilteresi'nin (bu yüzyılda Britanya'nın tarihine damgasını vurmuş olan Kraliçe Victoria'nın adıyla "Victoria İngilteresi" olarak da bilinir) siyasi hesapları ile Darwinizm arasında bağ kurmaktadır. İngiltere'nin Çin'e karşı giriştiği ve bu ülkeyi "açık pazar" haline getirmeyi hedefleyen "Afyon Savaşları" sırasında, sapkın Darwinist mantıkların sıkça kullanıldığına dikkat çeken Hsu, şu yorumu yapar:
Charles Darwin, Victoria dönemi için ideal bir bilim adamı, Çin'e zorla afyon satabilmek için bu ülkeyi işgal eden ve bunu serbest ticaret ve 'en güçlülerin hayatta kalması' kuralına dayandıran ülkenin (İngiltere'nin) bilimsel dayanağıdır.21
Charles Darwin'in İngiliz emperyalizminin sözcüsü olduğunu teşhis etmek, bizim açımızdan son derece önemlidir. Çünkü bilindiği gibi, 19. yüzyılda İngiliz emperyalizminin hedef aldığı ülkelerin başında Osmanlı İmparatorluğu ve dolayısıyla Türk Milleti gelmektedir.
Ve Darwin "emperyalizm sözcülüğü" görevini, belki herşeyden çok Türk düşmanlığını körükleyerek yapmıştır.

DİPNOTLAR

2. François de Fontette, Irkçılık, Çev. Haldun Karyol, İstanbul: İletişim Yayınları, 1991, ss. 40-41.
3. James Ferguson, "The Laboratory of Racism", New Scientist, Vol. 103, 27 Eylül 1984, s. 18
4. Charles Darwin, The Descent of Man, 1871, "Summary"; Stephen Jay Gould, "The Moral State of Tahiti—and of Darwin", Natural History, 10/91, s. 14
5. Benjamin Farrington, What Darwin Really Said, London: Sphere Books, 1971, ss. 54-56
6. Charles Darwin, İnsanın Türeyişi, Ankara: Onur Yayınları, 7.b., Nisan 1995, ss.199-200
7. Darwin, "doğal seleksiyon" kavramını ortaya atarken, İngiliz klasik iktisatçısı Thomas Robert Malthus'un teorilerinden etkilenmişti. Malthus, yiyecek kaynaklarının aritmetik dizi ile artarkan, insanların geometrik dizi ile çoğaldıklarını anlatmış ve bu yüzden insanların kaçınılmaz olarak kıyasıya bir yaşam mücadelesi sürdürdüklerini öne sürmüştü. Darwin ise bu kıyasıya yaşam mücadelesi kavramını doğaya uyarlamış ve "doğal seleksiyon"un bu mücadelenin bir sonucu olduğunu iddia etmişti. Oysa daha sonra yapılan araştırmalar, doğada Darwin'in varsaydığı gibi bir yaşam mücadelesi olmadığını gösterdi. İngiliz zoolog Wynee-Edwards'ın hayvan toplulukları üzerinde 1960 ve 70'lerde yaptığı uzun çalışmalar, canlı topluluklarının çok ilginç bir biçimde nüfuslarını dengelediklerini ve yiyecek için rekabeti engellediklerini ortaya koydu. Hayvan toplulukları çoğunlukla nüfuslarını ellerindeki yiyecek kaynaklarına göre düzenliyorlardı. Nüfus, açlık ve salgın hastalıklar gibi "zayıfları eleyen" faktörlerle değil, asıl olarak hayvanlarda yer alan içgüdüsel denetim mekanizmaları ile kontrol ediliyordu. Yani hayvanlar, nüfuslarını Darwin'in varsaydığı kıyasıya rekabet yoluyla değil, kendi üremelerini sınırlayarak kontrol ediyorlardı. (Wynne-Edwards, V. C. "Self Regulating Systems is Populations of Animals, Science, Vol. 147, 1965, ss. 1543-1548; Wynne-Edwards, V. C. Evolution Through Group Selection, London: 1986)
Bitkiler bile Darwin'in öne sürdüğü "rekabet yoluyla seleksiyon" örnekleri değil, nüfus kontrolü örnekleri veriyordu. Botanikçi Bradshaw'un yaptığı gözlemler, bitkilerin çoğalırken üzerinde büyüdükleri alanın "yoğunluğu"na göre davrandıklarını, alandaki bitki yoğunluğu arttığında üremeyi azalttıklarını ispatladı. (Bradshaw 1965; Lee Spetner. Not By Chance!: Shattering the Modern Theory of Evolution, New York: The Judaica Press, Inc., 1997) Öte yandan karıncalar, balarıları gibi topluluklardaki rastlanan fedakarlık örnekleri, Darwinistik yaşam mücadelesi kavramının tam tersi bir model oluşturuyordu. Tüm bu araştırmalar gösterdi ki, doğada Darwin'in varsaydığı gibi bir çatışma ve karmaşa değil, çok hassas dengelerle hesaplanmış bir "düzen" vardı.
8. Lalita Prasad Vidyarthi, Racism, Science and Pseudo-Science, Unesco, France, Vendôme, 1983. s. 54 
9. Stephen Jay Gould, The Mismeasure Of Man, New York:W. W. Norton and Company, 1981, s. 72
10. Francis Darwin, The Life and Letters of Charles Darwin, D. Appleton and Co., 1896, Vol.II, s. 294
11. Hans Ulrich Wehler, The German Empire, s. 179
12. Benjamin Farrington, What Darwin Really Said, London: Sphere Books, 1971, s.82
13. Stephen Jay Gould, Ontogeny and Phylogeny, Cambridge, Mass: Harvard University Press, 1977, s. 127
14. Kenneth J.Hsü, "Is Darwinism Science?", Eartwatch, March 1989, ss. 15-17
15. Alaeddin Şenel, Irk ve Irkçılık Düşüncesi, Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları, 1993, s. 61
16. Herbert Spencer, The Man Versus the State, New York:1884'den, Gosset, Race, ss. 147-148
17. A Look Back at Eugenics, Cilt 1, Sayı 3, Kasım 96
18. Alaeddin Şenel, Irk ve Irkçılık Düşüncesi, Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları, 1993, s. 61
19. Thomas Gosset, Race: The History of an Idea in America, s. 170
20. Benjamin Farrington, What Darwin Really Said, London:Sphere Books, 1971, s. 82 
21. Kenneth J. Hsu, "Letter to the Editor", Geology, April 1987, s. 377

İngiliz Sömürgeciliği ve Osmanlı

İngiliz Sömürgeciliği ve Osmanlı

İngiltere 19. yüzyılın en büyük siyasi gücüydü. ABD'nin 20. yüzyılda elde ettiği "süper güç" konumu, 19. yüzyılda İngiltere'ye aitti. Britanya İmparatorluğu, dünyanın en güçlü donanmasına sahipti ve Hindistan'dan Güney Afrika'ya, Mısır'dan Avustralya'ya kadar uzanan bir coğrafyada koloniler edinmişti. İngiltere dünya ticaretinin de en güçlü unsuru ve belirleyicisiydi. Bugün "dolar" nasıl en geçerli uluslararası para ise, 19. yüzyılda da "pound" dünya piyasalarına hakimdi.
İngiltere'nin siyaseti daha fazla sömürge elde etmek ve bu sömürgeleri kendisi için olabilecek en "verimli" şekilde kullanmak hedefi üzerine kuruluydu. Benzer hedeflere Fransa da sahipti ve iki ülke arasında kıyasıya bir "sömürgeleştirme" yarışı sürüyordu. Yüzyılın sonlarına doğru Almanya da bu mücadeleye katıldı ve daha önceleri başta İngiltere ve Fransa olmak üzere diğer Avrupalı ülkeler tarafından paylaşılmış olan sömürge bölgelerinden pay kapma çabasına girdi. Öte yandan Rus İmparatorluğu da topraklarını genişletme, sıcak denizlere inme stratejisi nedeniyle bu yarışın içinde ilginç bir yer tutuyordu. 19. yüzyıl üzerinde çalışan tarihçiler Avrupalı güçler arasındaki bu sömürge yarışını "Büyük Oyun" olarak tanımlarlar. 19. yüzyıldaki uluslararası ilişkilerin en önemli faktörü bu Büyük Oyun olmuştur.
II. Abdülhamit
Büyük Oyun içinde Osmanlı İmparatorluğu'nun müstesna bir yeri vardı. Çünkü İmparatorluk, Balkan Yarımadası'nın batı sınırlarından Arabistan Yarımadası'nın en ucuna kadar uzanan ve tüm Ortadoğu ile Kuzey Afrika'yı içine alan dev bir coğrafyayı kontrol ediyordu. Ancak İmparatorluk büyük bir askeri güçle elde ettiği ve asırlar boyunca da istikrar ve düzen içinde yönettiği bu coğrafyayı kontrol etmekte zorlanır hale gelmişti. Bunun en önemli teknik nedeni, İmparatorluğun Batı'daki gelişmeler karşısında kayıtsız kalmasıydı. Osmanlı İmparatorluğu, Batılı güçlerin geliştirdikleri teknolojiye uzunca bir süre kayıtsız kalmış, devlet yapısını güçlendirmek için uygulanması gereken reformları çok geç devreye sokmuştu. 19. yüzyılda bu sorunu en isabetli bir biçimde teşhis eden ve çözümü için de etkili tedbirler alan hükümdar Sultan II. Abdülhamid oldu. Abdülhamid, ordudan donanmaya, posta hizmetlerinden demir yollarına, bilimsel eğitim veren okullardan modern askeri mekteplere kadar her alanda ciddi bir modernleşme programı başlattı.
Osmanlı İmparatorluğu'nun bu durumu, Büyük Oyun'un hakimlerini çok yakından ilgilendiriyordu. Çünkü İmparatorluğun kontrol ettiği topraklar tek kelimeyle "iştah kabartıcı" idi. Rusya zaten çoktan beridir Osmanlı topraklarını işgal ederek İstanbul ve Çanakkale'yi ele geçirmek, böylece Akdeniz'e çıkış sağlamak istiyordu. İngiltere ve Fransa açısından da İmparatorluğun Kuzey Afrika ve Ortadoğu'daki toprakları çok önemliydi. Özellikle 19. yüzyılın sonlarında petrolün öneminin keşfedilmesi, daha sonra da en zengin petrol yataklarının Ortadoğu'da bulunduğunun anlaşılması, Osmanlı'yı Büyük Oyun'un en önemli hedefi haline getirdi.
Büyük Oyun'un en önemli unsuru ise, başta da belirttiğimiz gibi, 19. yüzyılın süper gücü olan İngiltere'ydi.

İngiltere'nin Osmanlı Siyaseti

İngiltere'nin sömürgecilik yarışının en önemli unsuru olduğunu, bu yarışın da Osmanlı'yı hedeflediğini belirttik. Ancak bu teşhis, 19. yüzyılın son çeyreği ile 20. yüzyılın ilk çeyreğini içine alan dönem için geçerlidir. Bundan önce, yani 19. yüzyılın önemli bir bölümünde, İngiltere, birtakım stratejik çıkarları gereği, Osmanlı'ya karşı dostça bir politika izlemiştir.
İngiltere'nin Osmanlı Devleti ile olan ilişkileri Britanya İmparatorluğu'nun Yakın Doğu'da önemli topraklar elde etmesiyle başladı. Ticari anlaşmalarla sınırlı ilişkiler 1757'de İngiltere'nin Hindistan'ı ele geçirişiyle siyasi ve stratejik bir önem kazandı. Osmanlı İmparatorluğu Hindistan'a kadar uzanan hem kara hem de deniz yollarına sahip güçlü bir imparatorluktu ve İngiltere iyi ilişkiler kurmayı tercih etmişti.
İngiltere'nin 19. yüzyılın büyük bölümünde Osmanlı yanlısı bir siyaset izlemesinin en büyük nedeni ise, Rusya faktörüydü. İngilizler Rusya'yı tehlikeli bir güç olarak görüyorlar ve Moskova'nın sıcak denizlere yayılma stratejisini endişe ile izliyorlardı. Rusya'nın bu hedefinin engellenmesinin en etkili yolu ise, Osmanlı'nın Rusya karşısında desteklenmesiydi. İngiltere için Osmanlı Kuzey Asya'daki Rus nüfuzu ile güneydeki kendi etki alanı arasında iyi bir tampon bölge ve ayırıcı duvardı. Bu düşünceyle İngiltere, yüzyılın ortalarından itibaren ortak bir strateji izlemeye başladığı Fransa'yı da yanına alarak, Osmanlı'nın yanında Rusya'ya karşı savaşa bile girdi: 1853-56 yıllarındaki Kırım Savaşı, İngiltere, Fransa ve Osmanlı ittifakının Rusya'ya karşı kazandığı bir mücadeleydi.
Ancak 1870'lere gelindiğinde İngiltere'nin stratejisi ciddi bir biçimde değişmeye başladı. İngilizler, Osmanlı'yı Rusya'ya karşı ayakta tutma politikasından kademeli bir biçimde vazgeçerek, Osmanlı'yı parçalayıp paylaşma planları kurmaya başladılar. Bunun en açık ifadesi ise, 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı'nın (93 Harbi olarak da bilinir) ardından imzalanan Berlin Anlaşması idi. Savaşta Osmanlı ordusu büyük kayıplar vermiş, Ruslar Kars, Ardahan ve Batum'u işgal etmişler, Balkanlar'da ise İstanbul yakınlarına kadar ilerlemişlerdi. Bunun ardından imzalanan Ayestefanos Anlaşması Rusya'ya çok büyük imtiyazlar tanıdı ve işgal edilen bölgelerin bir kısmını da Rusya'nın yönetimine bıraktı.
Başta İngiltere olmak üzere Avrupalı güçler bu anlaşmadan büyük rahatsızlık duyarak Rusya'yı Berlin Konferansı'na katılmaya zorladılar. Bu konferans sonucunda kabul edilen Berlin Anlaşması (1878) ise İngiltere ve Fransa'nın "Osmanlı'yı ayakta tutma" stratejisinin artık tarihe karıştığını gösteriyordu. Berlin Anlaşması ile Osmanlı, tarihinin en büyük toprak kayıplarından birini yaşadı. Kars, Ardahan ve Batum Rusya'ya bırakılırken, Balkanlar'da Osmanlı toprakları adeta "dağıtıldı" ve Sırbistan, Romanya, Bulgaristan, Karadağ gibi bağımsız devletler meydana getirildi. Bosna-Hersek ise Avusturya-Macaristan'ın işgaline bırakıldı. İngiltere ve Fransa Osmanlı'nın parçalanmasına ön ayak olmuşlardı.
Nitekim 1878'den sonra İngiltere'nin stratejisi çok açık bir biçimde Osmanlı'yı parçalamaya yönelik oldu. 1882'de bir Osmanlı toprağı olan Mısır İngiliz orduları tarafından işgal edildi. Bundan sonraki dönemde İngiltere hep Osmanlı aleyhtarı bir politika izlemeye devam etti. İngiltere-Fransa ittifakı ile Rusya'nın 1907 yılında biraraya gelerek "Üçlü Antant"ı kurmaları ise, İngiltere'nin Osmanlı'yı parçalama konusunda Rusya ile aynı fikirde olduğunu açıkça gösteriyordu. Nitekim bilindiği gibi, İngiltere I. Dünya Savaşı'nda da Osmanlı'ya savaş açan, Osmanlı topraklarını işgal eden ve diğer işgalcilere de en büyük desteği veren ülke oldu.

İngiltere'nin Propaganda Savaşı

William Ewart Gladstone
Kitabın önceki sayfalarında emperyalizmin yapısından bahsederken, bu siyasi sistemin hemen her zaman için bir tür meşruiyet arayışında olduğunu incelemiştik. Sömürgeci ülkeler, uyguladıkları sömürüye sözde haklı bir dayanak için birtakım "kültürel" açıklamalar getirmek zorunluluğu hissetmişlerdi. İşgal edip sömürgeleştirdikleri topraklarda yaşayan insanları vicdana ve bilime aykırı olarak "ilkel, barbar, yarı-insan canlılar" olarak tanımlamışlar ve böylece kendilerine dayanak bulmaya çalışmışlardı. Bu tanıma sözde "bilimsel" bir kılıf bulmak için da çaba göstermişler ve bunun için özellikle Darwinizm'i kullanmışlardı.
Emperyalizmin bu genel yöntemi, Osmanlı'ya karşı da uygulandı. İngiltere, 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren hedef aldığı ve sömürgeleştirmeye çalıştığı Osmanlı İmparatorluğu'na karşı sistemli bir propaganda savaşı uyguladı. Bu propaganda savaşı içinde, Osmanlı ordularının hayali birtakım vahşet hikayeleri ile kötülenmesi, Osmanlı'yı ayakta tutan büyük devlet adamı Sultan Abdülhamid'in "Kızıl Sultan" gibi anlamsız ve çirkin bir yakıştırma ile yaftalanması gibi yöntemler yer alıyordu. Ancak en uzun vadeli ve etkili propaganda yöntemi, Osmanlı'nın asli unsuru ve yöneticisi olan Türk Milleti'ne karşı kullanıldı. Dönemin önde gelen İngilizleri, Türk Milleti'ni, kendi hezeyanları doğrultusunda "geri, barbar, ilkel bir millet" olarak tanımlamaya ve böylece Türk Milleti'ni sömürgeleştirme projelerine zemin sağlamaya çalıştılar. 
Bu politikanın mimarlarının başında, 1880-1885 yılları arasında İngiltere'nin başbakanlığını yürüten William Ewart Gladstone geliyordu. Gladstone, Türk Milleti'ne sayısız hakaretler yöneltmiş ve tüm bunları da "Türkler Asya'nın içlerine geri sürülmelidir" şeklindeki emperyalist projelerine dayanak olarak kullanmaya çalışmıştı. Bir konuşmasında aynen şöyle diyordu:
Türkler insanlığın insan olmayan numuneleridir. Medeniyetimizin bekası için onları Asya steplerine geri sürmeli veya Anadolu'da yok etmeliyiz.Türklerin yaptıkları kötülükler yalnız bir surette ortadan kaldırılabilir: Kendileri yok olmakla.22
İttihat ve Terakki üyelerinden Ahmet İhsan Matbuat Hatıralarım adlı eserinde Gladstone'dan şöyle söz eder: "Meşhur Gladstone (İngiliz başbakanı) İngiliz parlamentosunda eline Kuran'ı alıp: 'Türkler bu kitapla yürüdükçe medeniyete muzırdır (zararlıdır)' demişti."23
Gladstone bu gibi çirkin sözlerinin yanında birtakım propaganda malzemeleri de oluşturuyordu. Londra'da Türkler ile ilgili "Bulgar Terörü ve Doğu Sorunu" isimli bir broşür yayınlamıştı. Kısa sürede birkaç baskısı yapılan broşürle İngiliz halkı Türklere karşı kışkırtılıyordu. Gladstone'un Osmanlı'yı alabildiğine kötüleyen broşüründe, "Türkler için en iyi yol pılı pırtılarını toplayıp, gitmeleridir…" çağrısı yapılmıştı. Türk düşmanlığı öylesine körükleniyordu ki, Türkiye'ye sempati duyan Muhafazakar Parti hükümeti bile bu sempatisini kaybetmişti. Andre Maurois "İngiltere Tarihi" adlı yapıtında "Gladstone arka arkaya vermeye başladığı nutuklarla İngiliz kamuoyunu Türkiye aleyhine çevirdi" diye yazar.
Gladstone 1880-1885 yılları arasında başbakan olarak iktidarda kalır ve onun zamanında Türk düşmanlığı politikası iyice yayılır. Özellikle basın İngiliz kamuoyuna Türklük ve Osmanlılık kavramlarına karşı şiddetli bir beyin yıkama programı uygular. Uydurma haberler, "Türk barbarlığı", "Türk vahşeti" gibi başlıklarla ön plana çıkarılır. 1897 Türk-Yunan Savaşı'nı yerinde izleyen İngiliz milletvekili Sir Ellis Achmead Bartleti, anılarında İngilizlerin Türklere karşı birdenbire başlattıkları düşmanlıktan şöyle bahseder:
1894 yılı Aralık ayını izleyen on ay içinde gazeteciler, karışıklıklar hakkında aslı ve esası olmayan birtakım söylentilere dayanarak Türkler aleyhinde en kötü şeyleri yazdılar. Bunların dillerine doladıkları olayların ya hiç aslı yoktu, yahut çok önemsiz iken abartılmıştı. Gazeteciler gerçekte asla yapılmamış şeylerden dolayı Türkleri ve Osmanlı Hükümeti'ni vahşet ve dehşet ile suçladılar. İngiltere'de dokuz ay hiç mevcut olmayan hallerden dolayı Türkler, Türk askeri ve Osmanlı Hükümeti hakkında ağır şeyler yazdılar. Türkler, vahşice hareketler yapmakla suçlandılar, iftiraya uğradılar. Bazı teröristlerin serbestçe hareketlerini önlemek için alınan önlemler sonucu doğal olarak birkaç yüz kişi öldü ise İngiliz gazeteleri bunu otuz, kırk bine çıkarmaktan çekinmediler.24
Söz konusu İngilizler akıl almaz yalanlarla bir yandan Osmanlı'yı sözde barbar, geri, ilkel, vahşi bir toplum olarak göstermeye çalışırken, bir yandan da "Osmanlı yıkılmalıdır" mesajını verir. Osmanlı Devleti'ne "Hasta Adam" II. Abdülhamit'e de hiçbir dayanağı olmayan "Kızıl Sultan" adını İngilizler takar. Başbakan Asquit bir konuşmasında: "Osmanlı Devleti ölüm döşeğine yattı. Dünya için bir şer ve fenalık yuvası olan bu hasta bir daha canlanmayacak" diye meydan okur.25 Tüm bu propagandalar, İngiltere'nin Osmanlı'yı parçalama stratejisi ile birlikte yürümektedir. 1898'de İngiltere başbakanı Lord Salisbury, Petersburg'daki büyükelçisine gönderdiği direktifinde "Osmanlı ülkesinin yarısında İngiltere'nin, yarısında Rusya'nın sözü geçsin"26 önerisinde bulunarak bu stratejiyi ifade eder.
İngiltere'nin tüm bu Osmanlı aleyhtarı propagandasını dayandırdığı önemli bir unsur vardı: Türk düşmanlığı. Britanya yönetimi, sömürgeciliğin genel kuralına uygun olarak, hedef aldığı toplumu "geri, ilkel, barbar" gibi sıfatlarla tanımlama ve kendisini haklı gibi gösterme yolunu seçmişti.
2. Meşrutiyetin ilanı üzerine İngiliz Sir E. Grey'in 11 Ağustos 1908 tarihinde yazdığı mektup bu yaklaşımın bir ifadesiydi: "Türkiye'de olanlar öylesine harikadır ki, anayasayı uzun müddet devam ettireceklerini sanmıyorum. Irklarının... etkisiyle yeniden şiddete ve düzensizliğe kayacaklardır."27
Lord Salisbury ise 1911 tarihli bir gizli belgede Türkler ile ilgili olarak şöyle diyordu:
... Aynı maskara Osmanlılık devam ediyor. Fanatik cahil insanlar, barbar millet, kapitülasyonların da kalkmasını istiyorlar. Türkler daima Türk kalacaklar, hiçbir zaman Avrupalılaşamayacaklar…28
Bu dönemlerde Türk düşmanlığı İngilizlerin etkisiyle Amerika'ya da sıçramıştı. ABD'li senatör Lodge'un sözlerinde bu durum şöyle belirginleşir: "İstanbul Türklerden tamamen alınmalı, bir veba tohumu, savaşların yaratıcısı, komşuları için bir hakaret olan Türkler Avrupa'dan silinmelidir…"29
Pierre Loti
1912 yılında Wilson'a Morgenthau'nun Türkiye'ye elçi olarak atanması önerildiği zaman ise ABD başkanı, "Türkiye diye bir şey olmayacak ki, elçi göndermek gereksin" cevabını vermişti ve ABD'deki Türk düşmanlığını da şu sözlerle ifade etmişti: "Amerika'daki Türk düşmanlığı inanılmayacak ölçüdedir. Amerika kamuoyunun onaylayacağı, Ermenilerin ya da herhangi bir milletin Türklere karşı korunmasıdır."30
Aynı tarihlerde ABD'den henüz dönen Türk dostu ünlü yazar Pierre Loti gördüğü Türk düşmanlığı karşısında hayrete düşmüş ve şöyle demişti: "Henüz yeni döndüğüm ABD'de, alelâde Türklerden söz edildiği zaman Asya aşiretleri, barbarlar gibi deyimler kullanılmaktadır.. "31
Ahmet Rıza da La crise de L'Islâm adlı eserinde Batının Türkler aleyhindeki propogandasını Batılıların ağzından şöyle anlatır: "Klasik barbar ve zalim tipini muhafaza etmekte olan Türklerin Avrupa'da kalmalarına tahammül etmek Avrupa medeniyeti için bir lekedir; Türkler Avrupa'dan kovulmalıdır."32
Ancak İngiltere ve Avrupa'da hakim olan bu ırkçı rüzgara kapılmayan ve Türk insanını takdir edebilen sağduyulu kimseler de vardı. 19. yüzyılın sonlarında Türkiye'ye yolculuk yapan İngiliz yüzbaşı Frederick Burnaby bu ender kişilerden biridir. Burnaby'nin Küçük Asya Seyahatnamesi adlı Osmanlı'yı konu alan eserinde anlattıkları hem objektif hem de gerçektir. İngiltere'de Türk düşmanlığının kışkırtılmaya başlandığı ve Türklere karşı her türlü aleyhte faaliyetin hızlandığı bir dönemde bu İngiliz subayı Anadolu'da seyahat etmiş ve herşeyi bizzat yerinde incelemiştir. Burnaby izlenimlerini şöyle aktarır:
Türk ulusunu yerin dibine batıran, onu dünyada akla gelebilecek her türlü kötülükle suçlayan ülkemizin insanları hikayeler yazmayı bırakıp, Anadolu'da küçük bir yolculuğa çıksalar iyi ederler... Kendilerini Hıristiyan sayan yazarlar birçok konularda Küçük Asya'daki Türklerden ders alsalardı keşke.33
Aynı şekilde Balkan Savaşları sırasında ülkemizde bulunan yabancı ve tarafsız birçok savaş muhabiri Türkler hakkında doğru tanıklıkta bulunmuşlardır. "Madem ki Avrupa'da Türk askerlerinin yağmacı ve insan öldürücü olduğunu yazanlar, iddia edenler bulunuyor. Buna karşılık şiddetle protesto etmek bizim görevimizdir. Biz onlarda sabır ve dayanıklılıktan, insaf ve doğruluktan başka bir şey görmedik ve hiçbir zaman vahşice davranışlarına rastlamadık."34

I. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı'nda İngiltere'nin Rolü

Woodrow Wilson
İngiltere'nin Osmanlı İmparatorluğu'nu ve Türk Milleti'ni hedef alan propaganda savaşı, I. Dünya Savaşı ve Milli Mücadele yıllarında da ısrarla sürdü. Osmanlı topraklarını Fransa ile paylaşmaya girişen İngiliz yönetimi, bu istilasını sözde meşru gibi gösterebilmek için 40 yıldır sürdürdüğü "barbar Türkler" masalını daha da güçlendirerek devam ettirdi.
İngiltere'nin başını çektiği İtilaf Devletleri tarafından 1917 yılında yayınlanan bir bildiride, Dünya Savaşı'nın amacının Avrupa uygarlığına yabancı görülen Osmanlı İmparatorluğu'nun Avrupa dışına atılması olduğu açıkça belirtildi. Müttefikler ABD başkanı Wilson'un isteği üzerine 10 Ocak 1917'de açıkladıkları savaş amaçlarında, "uygar dünya bilmelidir ki, Müttefiklerin savaş amaçları herşeyden önce ve zorunlu olarak... Avrupa uygarlığına kesinlikle yabancı olan Osmanlı İmparatorluğu'nun Avrupa dışına atılmasını içerirdiyorlardı.35
Yine savaş yıllarında İngiliz savaş bakanı olan Lord Kitchener "Türkiye'yi mahvedinceye kadar savaşa devam edeceğiz" diyordu.36 Dönemin İngiliz başbakanı Lloyd George da savaş sırasında verdiği memorandumda şöyle yazmıştı:
Arapça konuşan her yer Osmanlı İmparatorluğu'ndan alınmalı ve manda haline getirilmelidir. Türkler Anadolu'nun büyük bir kısmına sahip olacaklar, fakat Avrupa'da hiçbir toprak sahibi olamayacaklardır. Türklere boğazlarda ve denizlerde hiçbir yer verilmeyecektir.37
Lord Kitchener
Türk düşmanı Lord Curzon da Türklere beslediği düşmanlığı çok özet biçimde ifade ediyordu: "Türkler Avrupa'dan atılmalıdır."38 Aynı hedef İngiltere başbakanı Lloyd George tarafından da şöyle ifade ediliyordu: "Türkler yüzlerce yıl Avrupa'da kaldılar ve Avrupa'daki bütün belaların başı oldular. İstanbul Türk değildir, Yunanlıdır. Türkler oradan atılmalıdır."39
Dünya Savaşı yıllarında ifade edilen bu İngiliz niyetleri, savaşın sonunda ise uygulamaya kondu. Savaşın galibi olan devletler, en ağır barış şartlarını Osmanlı üzerine empoze ettiler. Türkleri kendilerince "geri, barbar, ilkel" bir millet olarak görmeye o kadar şartlanmışlardı ki, müzakere etmeyi bile gereksiz buluyorlardı. Filistin'i işgal eden İngiliz ordularının komutanı General Allenby henüz 15 Kasım 1918'de: "Sorunlar Türkler ile tartışılmamalı; ancak onlara isteklerin yerine getirilmesinin zorunlu olduğu söylenmelidir"40 diyordu. Hemen arkasından da: "Türkler için askerlik mesleği tamamen kapanmıştır" diyerek, askerlerin terhis edilmesi işlemlerini başlattı. Aynı şekilde donanmamıza da İngilizler tarafından el konuldu. Kazım Karabekir Paşa İstiklal Harbimiz adlı kitabında İngilizlerin ordunun terhisi sırasında sergiledikleri çirkin tutuma da değinmiştir: "İngilizler, gelişigüzel nedenler yaratarak Osmanlı subaylarını tahkir etmişlerdir." 41
Lloyd George
Savaş sonrasında imzalanan Mondros Mütarekesi Osmanlı İmparatorluğu için çok ağır şartlar içeriyordu. Mütarekenin uygulama tarzı ise galip devletlerin Türk Milleti'ni yok etme hedeflerinin açık bir göstergesiydi. Özellikle de 7. ve 24. maddenin hükümleri Osmanlı açısından kabulü mümkün olmayan içerikteydi. Maddelerden biri, gerekli görüldüğü hallerde stratejik noktaların işgalini mümkün kılıyor, diğeri ise bir karışıklık çıktığı anda Doğu Anadolu Bölgesi'nin işgal devletleri tarafından işgal edilebileceğini öngörüyordu. İngilizler mütarekenin hemen ardından Musul şehrini işgal ettiler, ki bu, anlaşma metnine uymayacaklarının önemli bir göstergesi idi. Çünkü anlaşma metninde Musul'un işgaline yönelik bir madde mevcut değildi ve 7. maddenin uygulanmasını gerektirecek herhangi bir sebep de yoktu. Bundan başka İngilizler anlaşma metnine aykırı olmasına rağmen İskenderun'u da işgal etmek istediler. Ayrıca Mondros Mütarekesinin 11. Maddesine göre Kars, Ardahan ve Batum Türklerde kalacağı halde İngilizler bu eyaletlerin boşaltılmasını istediler. İngilizlerin başını çektiği işgal güçleri filolarını İstanbul önlerine çekerek, toplarını Dolmabahçe ve Yıldız saraylarına çevirdiler. Ardından İngiliz işgali başladı. Meclis-i Mebusan'ı süngüyle dağıtıp, milletvekillerini sürgüne gönderdiler.
İngiliz askerleri bu işgal sırasında üstlerinden "Türklere yüz vermemek ve ağır biçimde cezalandırılacaklarını onlara duyurmak", Dışişleri Bakanı Lord Balfour'dan da "Türklerin yakınlaşma ve dostluk kurma girişimlerinden de kaçınmak" direktiflerini almışlardı. 42
Mondros Mütarekesi Fransız heyeti başkanı Berthelot Türkler için şöyle diyordu:
... Avrupa'dan çıkarılmış olmaları, ahlaki ve tarihsel bir bakış açısıyla hukukun zaferini temsil etmektedir. İstanbul'un Türkler tarafından alınması Orta Çağ'ın sonunu işaretliyordu. İstanbul'u boşaltmaları da yeni bir çağın başlangıcını gösterecektir.43
Kazım Karabekir Paşa
Elbette Avrupalı devletlerin bu planı başarıya ulaşamadı. Çünkü Türk Milleti, bizzat varlığına kasteden bu düşmanlarını onurlu bir Milli Mücadele ile püskürttü ve bağımsızlığını korudu. Bu mücadele, emperyalist güçlerin on yıllardır ısrarla tekrarladıkları "Türkleri Avrupa'dan atma, yok etme" planlarını da kesin olarak suya düşürmüş oluyordu. Türk ordusunun Yunan işgaline karşı gösterdiği başarılar üzerine düzenlenen Londra Konferansı sırasında İngiliz Başbakanı Lloyd George, büyük bir çirkinlikle Türkleri "bir insanlık kanseri, kötü yönettikleri toprakların etine işlemiş bir yara" olarak tanımlamış, ancak gelişmeler karşısındaki endişesini şöyle ifade etmişti: "Bu belayı ve potansiyel dert kaynağını Avrupa'dan def etmek gibi büyük bir fırsatı şu anda gerçekten de kaçırıyor olabiliriz."44
Şayet Kurtuluş Savaşı kazanılmamış ve Lozan aşamasına gelinmemiş olsaydı başta İngiltere olmak üzere Batılı devletler, bu emperyalist planı hiç tereddüt etmeden uygulayacaklardı. Ali Naci Karacan bunu şöyle anlatır:
"Trakya Yunanistan'ın olacaktı; İstanbul beynelmilel (uluslararası) olacaktı; Batı Anadolu Yunan sömürgesi olacaktı; Doğu Anadolu Ermenistan olacaktı; Adana Fransız sömürgesi olacaktı; Antalya, İtalyan sömürgesi olacaktı; ordumuz olmayacaktı; donanmamız olmayacaktı; saray, büyük, küçük bütün devletlerin denetiminde ve Orta Anadolu'da bir iki vilayet bu sarayın çiftliği hükmünde kalacaktı. Maliyemiz, adliyemiz, nafıamız, harbiyemiz, denizciliğimiz, kara sınırlarımız, boğazlarımız, doğrudan doğruya maarifimiz ve bütün diğer müesseselerimiz Saray'ın esir hükümetleri vasıtasıyla yabancı kontrolü altında bulunacaktı. Türk Milleti köle, yabancı ve Hıristiyanlar Türk Milleti'nin efendisi olacaktı. Nüfuz bölgeleri coğrafi birliği, milli eğitimin kontrolü milli birliği imkansız bırakacak, yabancılara bağışlanan imtiyazlar ekonomi ve ticarette kazanç hakkını kaldırarak büyük şehirlerde ve sahillerde yaşayan Türkler dağıtılacak, öyle istiyorlardı ki, ölmez Türk Milleti ölecek, bu milletin devleti sona erecek, Akdeniz ve Marmara sularında bir daha türk bayrağı görünmeyecekti. İstedikleri bu idi, "Sevres Antlaşması"nın anlamı budur.
İstanbul'un işgal günü İngiliz bahriyelileri Galata Köprüsü'nden geçerken
(16 Mart 1920)
O zaman bir tek erimiz, bir tek silahımız yoktu. Tek ümit ve kuvvetimiz şu idi: Neler olduğunu hepimiz biliyoruz. Kutsal ihtilal İzmir dağlarında Yunanlılara, Antep kapılarında Adana istila kuvvetine, doğu sınırında Ermenistan kuvvetlerine karşı koydu. Ermenistan'ı, Adana istilasını, Yunanistan'ı yendik. Antalya istilası çekilip gitti. Gidenlere ne mutlu, çünkü canlarını kurtardılar. Kalanlar ise Anadolu topraklarının altında yatıyorlar. Bugün Batı Anadolu, Doğu Anadolu, Adana, Trakya, Antalya, Hatay, boğazlar ve İstanbul bizimdir; ordumuz vardır, donanmamız vardır, saray yoktur, maliyemiz, adliyemiz, nafıamız, harbiyemiz, denizciliğimiz serbesttir. Efendiyiz. Coğrafi birlik, milli birlik gerçekleşmiştir. Türkiye'de en imtiyazlı insan yine Türk'tür. Büyük küçük bizimle savaşan bütün devletler Türk Milleti'nin iradesini onaylamışlardır. İstiklal Savaşı'nın gayesi bu idi, Lozan Antlaşması'nın anlamı budur."45
Kısacası, İngiltere'nin başını çektiği Avrupa emperyalizmi, kendince Osmanlı
Ali Naci Karacan ve Lozan Konferansının detaylarına yer verdiği kitabının kapağı
İmparatorluğu'nu yıkarak Türk Milleti'ni ortadan kaldırmayı hedefledi. 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın ilk çeyreğinin dünya siyasetini belirleyen en önemli unsurlarından biri, bu "Osmanlı'yı paylaşıp yok etme" planıydı.
O dönemde "Şark Meselesi" olarak da bilinen bu çirkin plan, öncelikle İngiltere tarafından yürütülmüştü. İngiltere ise, önceki sayfalarda incelediğimiz gibi, bu planı sadece askeri ve siyasi gücüyle değil, aynı zamanda bir "propaganda savaşı" ile yürütmüştü. Klasik sömürgeci yöntemi kullanılmıştı: Toprağı işgal edilip kendisi köleleştirilecek olan millet, "geri, ilkel, barbar, vahşi" gibi sıfatlarla karalanmıştı. Hatta Kolomb zamanından beri emperyalistler tarafından dile getirilen "yarı insan" yalanı kullanılmış ve aziz Türk Milleti için "insanlığın insan olmayan numuneleri" denmişti. Şüphesiz bu çok çirkin bir hezeyandı.
Bir başka deyişle, Sosyal Darwinizm Osmanlı İmparatorluğu'na ve Türk Milleti'ne karşı devreye sokulmuştu. Kendilerini çok "medeni ve ileri" sayan Batı'nın ırkçı emperyalistleri, Sosyal Darwinizm safsatasıyla tecavüzlerine dayanak bulmuşlar, Türk yurdu Anadolu'yu bölüşmeye kalkma cüretini göstermişlerdi. Çanakkale'de, Galiçya'da, Irak'ta, Kanal'da ya da Suriye'de Türk evlatlarına kurşun sıkanların dayandıkları "felsefi" temel, Sosyal Darwinizm'di...
Ve Sosyal Darwinizm'i özellikle Türk Milleti'ni hedef alacak şekilde formüle eden kişi de, bizzat Charles Darwin'di...

DİPNOTLAR

22. Süleyman Kocabaş, Hindistan Yolu ve Petrol Uğruna Yapılanlar: Türkiye ve İngiltere, 1.b., İstanbul: Vatan Yayınları, 1985, s. 231
23. Ahmet İhsan, Matbuat Hatıralarım, İstanbul: A. İhsan Matbaası, 1931, s.57
24. Sir Achmed Bartlet, Teselya Marekesinde, İkdam Matbaası, Dersaadet, 1315, ss.12-13
25. Ragıp Üner, "Tarihte Türk-İngiliz İlişkileri", Hayat Tarih Mecmuası, 1 Eylül 1975, Yıl 11, Cilt 2, Sayı 9, Sıra No 129, Doğan Kardeş Matbaacılık, s.26
26. Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, Tekin Yayınları, 1996, s. 42
27. Erol Ulubelen, İngiliz Gizli Belgelerinde Türkiye, İstanbul: Çağdaş Yayınları, Eylül 1982, s. 62
28. Erol Ulubelen, İngiliz Gizli Belgelerinde Türkiye, İstanbul: Çağdaş Yayınları, Eylül 1982, s. 77
29. Erol Ulubelen, İngiliz Gizli Belgelerinde Türkiye, İstanbul: Çağdaş Yayınları, Eylül 1982, s. 210
30. Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, Tekin Yayınları, 1996, s. 285
31. Pierre Loti, Can Çekişen Türkiye, Çev: R.C.H.Matbaai Hayriye ve Şürekâsi, 1329 (1913), s. 108
32. Enver Ziya Karal, Birinci Meşrutiyet ve İstibdat Devirleri 1876-1907, VIII. Cilt, Atatürk Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Tarih Kurumu Yayınları, ss. 122-126
33. Frederick Burnaby, Küçük Asya Seyahatnamesi, 1.b., Sabah Kitapları, Haziran 1998, s. 74
34. Pierre Loti, Can Çekişen Türkiye, Çev: R.C.H.Matbaai Hayriye ve Şürekâsi, 1329 (1913), ss. 60-61
35. Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, Tekin Yayınları, 1996, s. 34
36. Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, Tekin Yayınları, 1996, s. 33
37. Erol Ulubelen, İngiliz Gizli Belgelerinde Türkiye, İstanbul: Çağdaş Yayınları, Eylül 1982, s. 185
38. Erol Ulubelen, İngiliz Gizli Belgelerinde Türkiye, İstanbul: Çağdaş Yayınları, Eylül 1982, s. 210
39. Erol Ulubelen, İngiliz Gizli Belgelerinde Türkiye, İstanbul: Çağdaş Yayınları, Eylül 1982, s. 215
40. Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, Tekin Yayınları, 1996, s. 107
41. Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, Tekin Yayınları, 1996, s. 117
42. Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, Tekin Yayınları, 1996, ss. 100-101
43. Paul C.Helmreich, Sevr Entrikaları, Büyük Güçler, Maşalar, Gizli Anlaşmalar ve Türkiye'nin Taksimi, Çev. Şerif Erol, 1.b., Mart 1996, s. 147
44. Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, Tekin Yayınları, 1996, ss. 35-36 
45. Ali Naci Karacan, Lozan, Milliyet Yayınları, Tarih Dizisi 11, 2.b., Temmuz 1971